Yeni Eklenenler

UzmanÜniversite Sizlere üniversiteler hakkında genel bilgi vermek amacıyla oluşturulmuştur. UzmanÜniversite ile üniversite taban puanları, sıralama listeleri ve son olarakta üniversite tanıtımları yer alacaktır.

29 Şubat 2012 Çarşamba

-Geceden Daha Karanlık- Bölüm 2: Bilinmeyen

…Bölüm 2…
…Bilinmeyen…
Hedef 3.) Sedef Seçkin.
Üşüyorum… Ama nedenini bilmiyordum… Buz gibi bir el hissettim sonra yüzümde… Ablamın sinir bozucu sesi kulaklarımda uğulduyor, adamı sinir ediyordu. İşte ben, sanırım niye üşüdüğümü bulmuştum o anda. Uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgide gidip gelirken ablam üstümdeki yorganı pat diye üstümden çekmiş, beni sarsarak uyandırmaya çalışıyordu. Bir taraftan da kulağımın dibinde okula geç kalacaksın muhabbetti yapıyordu. Bi saniye??? Doğru ya, bugün pazartesiydi. Okulun ilk günü. Ama ablamın bizim evde ne işi vardı? Ayrı eve çıkmamış mıydı o? Nedenini sonra öğrenecektim…
Yavaşça aralamaya başladım gözlerimi. Japon yapıştırıcısıyla birbirine yapıştırılmış gibi hissediyordum kirpiklerimi. Hala uykum vardı. Ablamın sinir bozucu sesi kulaklarımda çınlarken yatakta doğruldum ve çatallaşmış sesimle konuşmaya çalıştım.

“Saat kaç?”
“06.34” ablamın sesi kulaklarımda yeniden çınlarken ben de esneyerek yataktan kalktım ve paytak paytak yürüyerek banyonun yolunu tuttum. Mutfaktan annemin ve Sevgi Teyze’nin konuşmaları geliyordu kulağıma. Sanırım beni ve Emre’yi çekiştiriyorlardı. Bi saniye? Sevgi Teyze’nin burada ne işi vardı? Sanırım büyük bir olasılıkla kahvaltı için gelmişlerdi. Ve eğer o geldiyse, Emre de gelmişti!
Yarım saat kadar sonra kendimi mutfakta babam, annem, Sevgi Teyze, ablam ve Emre’yle birlikte kahvaltı ederken bulmuştum. Tabi ki yine en çok konuşan kişi Emre Deniz’di. Sabah sabah içtiğim çayı bile soğutacak kadar berbat espriler patlatıyordu. Duymazlıktan gelerek yumurtama odaklanmaya çalıştım…
O sabah bizi okula babam bıraktı. Gitmeden önce de okul kapısının önünde fotoğrafımızı çekmek istedi. Ancak bu isteği pek de iyi bir şekilde sonuç vermedi ve fotoğraf karesinde bir tek ben çıktım. Çünkü Emre Deniz, o sırada eski okulundan bir arkadaşını görmüş ve merhaba demek için yanımdan tüymüştü.
Ve bu kez, şans yüzüme gülmüştü. Emre ve ben, ayrı sınıflardaydık. Aslında iyi bir çocuk ama ben onun esprilerini kaldıramıyorum. Ve eğer sürekli tuhaf espriler patlatmasına maruz kalırsam bu pek de iyi olmayacaktı. En azından bu şekilde aramız bozulmadan arkadaş olarak kalabilirdik.
Ancak Emre, teneffüslerde sürekli bizim sınıfa damlıyordu. Gerçi, sınıfın huzurunu bozacak şeyler yapmıyordu, ama ben onun patlattığı esprilerden bayağı bi sıkılmıştım. Aynı şekilde Emre’nin neredeyse her gördüğü güzel kıza asılmaya çalışmasından da. Bende genellikle onu bir gölge gibi takip edip yaptığı her şeyi uzaktan izleyip olaylara fazla karışmamaya çalıştım.
Onun dışında sınıfım gayet iyiydi. Bu arada sınıftaki kızlardan biri biraz tuhaf davranıyordu. Değişik, ürkütücü bir bakışı vardı ve bu, biraz sinir bozucuydu. Bunu saymazsanız belki de, oldukça sıradan bir lise hayatım olacaktı…
Şahsen, ben de öyle olmasını istiyordum.
Tabi bu, sadece bir istek olarak kalacaktı benim için. Küçük, önemsiz bir istek…
____
Gelelim bugünün olaylarına.  Biri son derece sıradandı. Sınıfımızda bir öğrenci eksikti ve bir diğer öğrenci de okulu bir yıllığına donduruyordu. İlk başta ilgimi çekmedi ama sınıf öğretmenimiz daha ilk dersin sonunda sınıfta bitip bu öğrencileri tanıyan var mı diye herkese sormaya başlayınca olay ilgimi çekti. Gelmeyen kızın adı Reyhan mıymış neymiş? Öyle bi şeyle işte. Diğer öğrenci Semih Taşkıran adında biriydi. İsmi anında dikkat çekiyordu. O da okulu donduran öğrenciydi sanırım.  Böyle başladı işte okuldaki ilk günüm.
Devamında ise okuldan çıkarken kızın biriyle çarpışmam vardı. Alelacele okuldan çıkmaya çalışıyordum. Aslında bu acelemin sebebi Emre Deniz’in saçma esprilerinden birine daha maruz kalmamaktı. Harbiden kafamı şişiriyor bu çocuk.  Önüme bile bakmıyordum. Tabi biriyle çarpışmam oldukça mümkündü. Hızlı adımlarla çıkış kapısına doğru gidiyordum ki arkadan Emre Deniz’in sesini duyunca hızımı arttırdım. Ancak hiç orada olduğunu dahi fark etmediğim bir kızın çantasına toslayınca durmak zorunda kaldım. Kafamı kaldırıp pardon diyecektim.  Kız, bir anda arkadan kendisine çarpan birini görünce pat diye döndü. Kafamı kaldırıp ona baktım. Bir dakika???
Onu daha önce de görmüştüm sanki. Havaalanında karşılaştığımız kızdı bu… Aynı lisede olduğumuzu bilmiyordum.  Kız bana bakıp konuşmaya başladı.
“Özür dilemeyecek misin?” arkasında duran arkadaşlarına bakınca 10. sınıf öğrencisi olduğunu düşündüm.
“Pardon, görmemişim.” Dedim sıradan bir sesle. Sanırım beni hatırlamamıştı. Emre Deniz’i görse ama hatırlardı sanırım.
İşte olması gerekenden daha sıra dışı geçen ilk günüm böyleydi aşağı yukarı…
Hedef 4. Reyhan Soylu
O gece…
Adım Reyhan Soylu…
15 yaşındayım ve kendimden nefret ediyorum.
Ailemizi dağıtan babamdan ve herşeyi bildiği halde hala daha salağa yatan annemden de nefret ediyorum.
Hâlbuki ne de güzeldi günler benim için 2 yıl önce.
En azından o günlerde babamın hayatında ikinci bir kadının daha olduğunu bilmiyordum.
Güzeldi be herşey.
Tek derdim SBS gibi bir sınava hazırlanmak, okuldaki ego patlaması yaşayan fen bilgisi öğretmenim ve hoşlandığı çocuk kendisine bakmıyor diye kafamı şişiren arkadaşım Simge idi. Sorumlu olduğum bir kardeşim, ya da sinirlerimi bozacak bir abim ya da ablam yoktu. Evimiz de güzel ve genişti, küçük ama mutlu görünen ailemize hayli hayli yetiyordu.
Peki, ya ne olmuştu sonra?
O sabah her zaman ki gibi alelacele bir adet haşlanmış yumurtadan oluşan kahvaltımı ağzıma atmış, oturduğumuz apartmanın lobisine inmiştim. Camekânlı posta kutularının 24 nolu bölmesinde yeni bir zarf dikkatimi çekti neden sonra. Yanımda kutunun anahtarı yoktu o sırada, o yüzden ince, biçimsiz parmaklarımı zarfın atıldığı boşluklardan içeriye sokup mektubu almaya çalıştım. Soğuk havanın etkisiyle canımı acıtan kutuya rağmen sonunda zarfı yakalayıp çekmeyi başardım. Lobinin demir kapısını açıp dışarı çıkarken de elimde o zarfı incelemeye devam ediyordum. Biraz kalınca, sarı, eski bir zarftı bu. Sitenin bahçesine çıkıp servisimi beklerken bahçedeki banklardan birine oturdum ve fazlasıyla meraklı bir hareketle zarfı açtım.
Hışır… Hışır…
Tam zarfı açıyordum ki arkamdaki çalılıklardan bir ses geldiğini hissettim.
Kimdi o?
Omzumu silktim ve zarfın içindekileri çıkardım. Bir mekup, birkaç tane de fotoğraf vardı. Mektubu sonraya bıraktım ve fotoğraflara göz attım hızlıca. Fotoğrafların ana yüzü babam ve başka bir kadındı. Nasıl olabilirdi ki?
Benim babam dünyanın en iyi babasıydı oysa. Öyle olmalıydı, değil miydi? Hayır, mutlaka bir yanlışlık olmalıydı, KESİN! Fotğrafları hiç görmemiş gibi yapmak istiyordum, bu sabahı, bu aptal zarfı unutmak. Belki de yalanlar her zaman kötü değildir. Yani, yanlış olduğunu bilmediğiniz bir yalana inanmaktır aslında değil mi bizi mutlu eden şey bazen? Ben de o anda aynen böyle düşünüyordum işte! Fotoğrafları zarfa geri koydum ve sonraya bıraktığım mektuba geçtim. Titreyen parmaklarımın hışırtıyla açtığı mektup kâğıdına diktim sonra gözlerimi.
     Reyhan Soylu;
   Bu mektubu ve zarfları bulmanız bir tesadüf değil. Hayatınızı yönlendiren insanları tanımanızı istiyorum. Adım Mert Yılmaz. Kim olduğumu ve neden sizinle irtibata geçtiğimi anlamak istiyor musunuz? Aşağıaki numarayı arayın, size yardımcı olacağım.
Mektubun devamında bir telefon numarası ve parantez içinde de operatörü yazıyordu.
O gün emin değildim, ama daha sonra kafamda dönüp duran sorulara bir cevap bulabilmek için numarayı aradım. Aradığımda açan şahıs, kendisi hakkında herhangi bir bilgi vermese bile, mesajlaşma geçmişlerine dönüp baktığım zaman bu tanımadığım yabancının beni korumaya çalıştığından emindim.  Zira bu zarf olayından sonra hayatım çekilmez hale gelmişti ve sorunlarımı anlatabileceğim tek kişi ise mesajlarımın öteki tarafındaki yabancıydı. Normalde oldukça sıradan olan hayatımdaki sıradan sahneler, babamın davranışları, Simge’nin sızlanışları, manyak fen bilgisi öğretmenimin egosunu üstümüzde tatmin etme çabaları, sınıfta patlatılan espriler, yeni haberler gibi şeyler bana tıpkı bir çuvaldız gibi batmaya başlamıştı. Sanki tek gerçek telefonun öbür ucundaki yabancıymış gibi geliyordu bana, yaşadığım her sorunu anlıyor ve bana yardımcı oluyordu her zaman.
Gerçeklik kavramı benim için değişiyordu artık.
Okulda da gittikçe asileşiyordum bu arada, defalarca disipline bile gittim, öğretmenlere neredeyse her konuda kafa tutuyor, laflarını her seferinde iade ediyordum. Sanki hayatımı altüst eden herşeyden intikam alma çabası içindeydim, öncelikle babamdan, öğretmenimden ve okul müdüründen…
Yapmadığım pislik kalmamıştı artık, sınıftan ve çevremden de soyutlamıştım kendimi. Yavaş yavaş kendimden de nefret etmeye başlamıştım hatta…
Ve nihayet neredeyse bir buçuk yıl süren bu mesaj furyasının sonunda karşı taraf bana buluşmayı teklif etti. İçimden bir ses, hayatımın hatasını yaptığımı söylüyordu, ama yine de o gün buluşmaya gittim.  Eh, içgüdülerim yanılmamıştı bu kez…
Evet…
Kendimden nefret ediyordum gerçekten de. Bir an için sonumun geldiğini düşünsem de; bana solutulan o gazın, ya da uyku ilacının o her neyse işte, etkisinden çıktığım anda da aynı düşüncem etkisini sürdürüyordu. Biri beni kolumdan tutup sarsmaya başlamış, belasını arayan gülümsemesi ile suratıma dikmişti gözlerini. Burası neresiydi bilmiyordum ama yeterince karanlıktı ve bu loş yerde karşımdaki adamın suratını zar zor seçebiliyordum. Yine de alnını yer yer kapatan, mat, kömür karası saçlarını ve kızıl kahve gözlerini seçebiliyordum. Soluduğum şeyin etkisiyle sesrsemliğimi sürdürürken kendime geliyordum yavaş yavaş. Neden sonra farkettim, burası bizim apartmanın otoparkıydı zaten, yerin bir kat altında filandım o anda.
“Ben…” diye başlayacak oldum, ancak bu yabancı susturdu beni.
“Lütfen. Zorlama kendini. Kendini çok iyi hissetiğin söylenemez, değil mi?” Ne kadar da tanıdıktı cümle kurma şekli. Eğer içgüdülerim yanılmıyorsa “gerçek” Mert Yılmaz bu adamdı.
“Siz… Mert Yılm...”
“Şşşşşş.” Yine kesiyordu sözümü. “Evet, telefonunun öbür ucundaki kurtarıcı melek ben olmalıyım değil mi? Ama ufak bir hata var, gerçek adım Mert değil.” O devam ederken bense şaşkınlığımı gizleyemiyordum o an.
“Neden… Yalan söylediniz o halde?”
“Gizlilik diyelim, o konu irdelenmemesi gereken bir şey.” Sinsice göz kırparken beni de elimden tutmuş, cipin bagajından çıkarıyordu bu arada.
“Peki gerçek adınız?” Sorum üstüne tekrar bana döndü.
“Emir Sota.” Dedi, bu ismin hayatıma asıl yön veren kişi olduğunu bilmiyordum o anda…
 DEVAM EDECEK

0 yorum:

25 Şubat 2012 Cumartesi

26 Şubat 1992 Hocalı Soykırımı


Hocalı Soykırımı
 Değerli arkadaşlarım, bildiğiniz üzere 1992 Şubatının 25’ini 26’sına bağlayan bu gecede tarih; kanlı, insanlık ve savaş ahlâkı duygularından tamamen uzak, kin ve öfke dolu bir katliama tanık oldu. Gönüllerde esefle andığımız ve yaşadığımız bu acı, bu gece itibariyle 20. Yılını bitirmiş bulunacak. Ve bu 20 yılda hâlâ beklenen ve arzu edilen net tepkiler verilmemiş, bu olay halkımıza anlatılmamıştır.

 Ermenilerin 26 Şubat 1992 gecesi “Azerbaycan Dağlık Karabağ” bölgesini kuşatmış olan ordusunu sivil ve silahsız Azeri vatandaşlarının üzerine yürütmesi neticesinde ahlâk duygusundan yoksun bir şekilde bebek, çocuk, hamile, yaşlı denmeksizin 613 Azeri vatandaşı katledilmiş, türlü zulümlere (tecavüz, dayak, işkence…) maruz kalarak 487 Azeri ağır yaralanmış, 1285 Azeri esir alınırken, 150 Azeri vatandaşının akıbeti de hâlen bilinmemektedir.
 İşte Ermenilerin Azerilere uyguladığı Karabağ katliamında önemli isimlerden biri olan “Zori Balayan’ın” ağzından “Ruhumuzun Canlanması” adlı kitabında kan dondurucu bir vaziyette anlattığı soykırım: “Biz arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra bu 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim bizim çocuklarımıza yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğuna göre hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlandı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parelere ayırdı ve bu Türk ile aynı kökenden olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözünde ve diğer askerlerimizin gözünde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.” Bu kan dondurucu ve insanlık dışı zihniyetin Maslahatgüzarı Movses Abelyan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na Ermenistan dış işleri bakanlığı tarafından takdim ettiği mektupta, Hocalı katliamını hadise olarak değerlendiriyor ve Azerbaycan’ın Hocalı Hadisesini “utanmazcasına kullandığını” söylüyor. Böyle bir mantalitenin mahsullerinin halen âr duygusundan söz edebiliyor olma cüreti sizce de komik ve bayağı değil midir?
 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nde “soykırım suçunu” tasvir eden 2. Maddenin muhteviyatındaki soykırım tanımı şöyle: “milli, etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla gruba mensup olanların öldürülmesi ve grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zararlar verilmesi”. Bu tanım, Hocalı katliamının bir “soykırım” olduğunu gözler önüne sermektedir. Olmadığı belgelerle kanıtlanan ancak Avrupa“Medeniyetleri”nin halen vuku bulduğunu kabul ettiği Sözde Ermeni Soykırımı ve 26 Şubat 1992 Hocalı Soykırımına karşı samimiyetsiz ifadelerle tepki gösterip Ermenistan’a hiçbir şekilde yaptırım uygulamadığı timsallerinden de anlaşılacağı üzere Avrupa’nın medeniyet anlayışı, menfaate göre teşekkül eden, net tavrını koyamamış ve iltimaslarla dolu sözde bir anlayıştır.
 Bir Ermeni Vatandaşının öldürülmesi üzerine bilinçsizce orada burada “Hepimiz Ermeniyiz” sloganları atmak kimi çevrelerce hoşgörü olarak nitelendirilse de, bize karşı böyle kin besleyen, halen kuzey-doğu topraklarımızda gözü olan bir milletin hiçbir ferdinin yüzlerce Azeri vatandaşını katletmesine ithafen “Hepimiz Türküz” diye sloganlar attığını görmemiz mümkün değildir, olmayacaktır.
 Tüm bu menfi ve taraflı yaklaşımlara karşılık, bizler Türk Gençleri olarak daima gerçekleri görmeli, olayların mahiyetini bilmeli, anlatmalı ve tartışmalıyız. Kendi kültür ve medeniyetimize, hasletlerimize sahip çıkmalı, dilimizi ve töremizi yaşatmalı ve yozlaşmadan kaçınmalıyız. Sürçü lisan ettiysek affediniz. Esen kalınız…  

0 yorum:

17 Şubat 2012 Cuma

Gülşehri

Gülşehri
14. yüzyıl Türk şairi. Döneminin en önemli şairlerinden olan Gülşehrî’nin hakkında bugün pek fazla bir şey bilinemese de Kırşehirli olduğu ve mutasavvıf olduğu bilinmektedir. Naklî ilimlerde bilgili olmasının yanı sıra matematik ve felsefe gibi aklî ilimlerle de ilgilendiği ve bu konularda da bilgi sahibi olduğu düşünülmektedir.
Bir mutasavvıf olan Gülşehrî’nin eserleri bunun izlerini taşır. Ayrıca şair Ferîdüddîn-i Attâr, Mevlâna Celaleddin Rumî ve Senâî gibi mutasavvıf yazarlardan etkilenmiştir. Nitekim ünlü eserlerinden biri Attâr’ın ünlü mesnevisi Mantık et-Tayr`ı temel alan aynı adlı mesnevidir.
Çoğunlukla bu eserinin Attâr’ın eserinin tercümesi olduğu sanılsa da aslında, Gülşehrî’nin de bizzat belirttiği gibi, eser aynı adı ve temel hikâyeyi barındırmakla birlikte bir tercüme değildir ve orijinal Mantık et-Tayr’ın içeriği eserde yoğun biçimde değiştirilmiş ve farklı kaynaklardan yeni içerikler eklenmiştir; örneğin Rumî’nin Mesnevi’si ve ünlü Hint klasiği Kelile ve Dimne gibi. Bunun dışında Feleknâme isimli ünlü bir eseri daha vardır. Feleknâme`yi İlhanlı hükümdarlarından Gazan Han’a sunmuştur.

 1250 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. O devirde Kırşehir’e Gülşehri denildiği için, Gülşehri olarak anılmıştır. Gençliğinde edebiyat ve tasavvuf öğrenmiştir. Ahi Evranı Veli ile 50 yıl beraber yaşamıştır. Ahi olduğu anlaşılmaktadır. Farsça ve Arapça öğrenmiş, ancak O, Türkçe yazmıştır.

 Ahi Evran’ın ölümünden sonra Ahilik Postuna oturmuştur. 1335 yılında ölen Ahmedi Gülşehri çok ince ruhlu bir şair idi.
Her ülü kendime yar eylerem,
Her gece vasfını tekrar eylerem,
Her seher kim gül çemende açıla,
Kamudan ilkin bana karşı güle.
Ahmedi Gülşehri, Feridun Attar’ın Mantık’ut Tayr eserini Türkçeye çevirmiştir

0 yorum:

14 Şubat 2012 Salı

-Geceden Daha Karanlık- Bölüm 1: Gecenin İlk Kelimeleri

Önsöz

Aslında bu önsöze ne yazılır çok emin değilim ama benim de bir katkım bulunsun diye hikaye yazmaya karar verdim. Sıradan bir dünyanın, hiç de sıradan olmayan insanlarının hikayesi bu. Bu kez belli bir ana karakter yok, herkes kendi hayatının ana karakteri.  


Bölüm 1: Gecenin İlk Kelimeleri
***
Hedef 1.) Ufuk Gökşen.
O gün… Daha önce hiç hissetmediğim kadar değişik bir duyguyu hissetmiştim. Korku verse de bu duyguyu sevecektim… O gün, İstanbul’a, yani taşınmayı beklediğim ailemin yanına taşındığım ilk gündü.
Tıkalı kulaklarımı açmak için elimle burnumu tıkayıp kuvvetlice burnumdan dışarı hava vermeye çalıştım. Kendimce büyük bir kısmını uyuyarak geçirdiğim 1 saatlik uçak yolculuğunun etkilerini üstümden atmaya ve kendimi ayık tutmaya çalışıyordum.  Etrafımdaki insanlara baktım. Uzak Doğu’dan geldiklerini düşündüğüm bir grup turist kafilesi başlarındaki rehberi kuzu gibi takip ederek önümden geçiyordu. Saatime baktım. 21.12’yi gösteriyordu. Elimdeki küçük valiz ve ağır sırt çantamdan başka bir yüküm yoktu. Onların içinde de sadece kıyafetlerim ve Ankara’daki eski evimizden getirdiğim bir takım hatıradan başka bir şey yoktu. Annemler İstanbul’a taşınırlarken bir ev bulana kadar beni Ankara’da, teyzemin evinde bırakmışlardı ve ev bulmaları yaklaşık bütün bir yaz tatilimi kapsadığı için bütün yaz teyzemin Söğütözü’ndeki 4+1 dairesinde tıkılı kalmıştım.  Gerçi Söğütözü hoş bir mahalleydi ama benim gibi hiperaktif biriyseniz son derece sıkıcı ve sakin bi yer. Aklımdan bunlar geçerken bir taraftan babamın ya da o gelemezse amcamın gelip beni almasını bekliyordum. Ama ne şanstır ki geç kalmayı gerçekten iyi becermişti. Bir taraftan da oturduğum yerde ayaklarımı sallıyordum. Sözüm ona bir çeşit egzersizdi bu.  Ama sadece ayaklarımı sallamanın yeterli olmadığını anlamam için çok fazla beklemem gerekmedi. Çünkü uçak yolculuğumu da sayarsak neredeyse iki saattir yapabildiğim ana iş  “oturmaktı”. Öyle ki, oturmaktan popom acımaya başlamıştı.
Ayağa kalkıp yan oturakta duran sırt çantamı kalktığım koltuğa koydum. Belki biraz havaalanını ya da dışarıyı gezmek iyi gelirdi. Yürümeyi özlemişim. Sakince gelen yolcuların bavullarını aldıkları kayan bandın bulunduğu yere gittim. Sonra birden bire kendi halime şaşırdım. Ben? Sakin davranmak? Büyüyorum galiba. Kafamı eğip bandın girişinden çıkan çantaları incelemeye başladım. Hantal, ağır ve koyu renklerdeki çantalar bir bir girişten dışarı çıkıyorlar ve bandın etrafında bekleşen insanlar tarafından bir bir sahiplerini buluyorlardı. Bu arada banttan dışarıya pembe bir valiz ve üstünde parlak kap kâğıdı olan bir paket çıktı. Paketten yansıyan tuhaf görüntüme baktım. Yüzüm gerçekten de komik hal almıştı, ancak siyah saçlarımı ve mavi gözlerimi seçebiliyordum. Bavul ve üstündeki yüzümü yansıtan parlak paket önümden geçip bandın öbür tarafındaki alıcısıyla buluşurken ben de omzumda yabancı bir elin varlığını hissettim…
Ve dikildiğim yerden pat diye arkamı döndüm korkuyla karışık bir duyguyla…
Sarışın, bal rengi gözlü ve kısa boylu bir çocuktu gördüğüm şey…  Ve sanki onu tanıyordum! Çekinerek sormayı denedim.
“Emre Deniz AYHAN?” ben ağzımı açıp da konuşmaya başlayana kadar ifadesiz olan suratı, kendi adını ağzımdan duyunca sırıtmaya başladı ve çatlak bir sesle cevap verdi.
“Benim tabi Meselbar! Kim olacak başka?” sırıtmaya başladı. Onu çocukluğumdan beri tanıyordum, ancak ailesi boşandığı için 6 yaşında Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a taşınmak zorunda kalmıştı. Yıllar yıllar sonra onu bir forum sitesinde tesadüfen bulmuş ve Facebook’ta birbirimizi arkadaş olarak ekleyip konuşmaya başlamıştık. Meselbar derken de o forumdaki kullanıcı adından bahsediyordu.  Bu kelimeyi duyduğumda birden bire rahatlamıştım. Evet, yanımdaki kişiyi gerçekten tanıyordum. Bu arada Emre konuşmasına devam ediyordu.  Hala gevezenin tekiydi. Olum, bi sus Allah aşkına!
Her neyse, konuşmasının dinlediğim kadarıyla bana okullar açılana kadar İstanbul’un gezdirmek istiyordu. Tamam, gezdirsin ben dünden hazırım. Hiç değilse salak bir apartman dairesine tıkılı kalarak geçen yaz tatilimin acısını çıkarırdım.
Bu arada aramızda geçen diyalogların tamamından bahsetmek istemiyorum, çünkü Emre Deniz çoğunlukla ya saçmaladı, ya kızlardan bahsetti, ya buz gibi espriler patlattı, ya da mahallesindeki insanlardan söz etti.  Ancak konuyu bir ara okul meselesinden açınca tesadüfen aynı okula kayıt yaptırdığımızı öğrendik. Bu gerçekten çok iyiydi! Sonra da çantalarımın olduğu yere döndük. Saat geç oluyordu ve amcam hala daha ortalarda görünmüyordu. Geç kaldığını Emre’ye söylediğim zaman bana şu cevabı verdi.
“Amcan nerede oturuyor ki?”
Aslında tam olarak bilmiyordum ama babam sanki bir ara bana ev bulana kadar amcamın yanında konakladıklarını,  evin de Çatalca taraflarında olduğunu söylediğini hatırlıyordum. Bunu Emre’ye söylediğimde suratıma bakıp gülmeye başladı.
“Çatalca nerede, acaba haberin var mı? Ta oradan Sabiha Gökçen’e gelecekler, trafiği de kat bi de işin içine, daha ço…ok geç kalırlar.”
“Nerde ki Çatalca?”
“Avrupa’da o. Biz Asya’dayız. İstanbul’un diğer ucu neredeyse.”
Salaklığıma yanıyordum! Bütün tatilimi PC başında geçirirken bir arada da İstanbul’daki semtlerin yerini öğrenebilir ve bu kadar komik duruma düşmezdim!
“Ahahah, öyle mi? Vallaha bilmiyordum!” dedim sıkıntıyla.
“Neyse, öğrenirsin zamanla!” dedi ve omzuma bir yumruk geçirdi!
“Acıdıı!” gerçekten de acıyordu, bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum.  O ise dalga geçmeye başladı.
“Amma da kırıksın lan!” gülüyordu.  Ben de onun omzuna bi tane geçirmek istedim, ancak işin ucunda daha beter bir yumrukla karşılaşma tehlikesi olduğundan vazgeçtim ve sadece “He-Olum-He” deyip geçiştirmekle yetindim. O ise hala daha gülüyordu. Daha da gülmeye devam edecekti anlaşılan, ancak arkasından gelen bir kız sesi onu bir anda susturdu.
“Pardon ama eğer oturmuyorsanız koltukları boşuna meşgul etmeyin! Bu yaşlı bayan ayakta kaldı sizin yüzünüzden!”
Emre arkasını döndü ve konuşanın kim olduğuna baktı. Kısa, koyu kızıl saçları, uzun boyu, büyük yeşil gözleri ve burnunun üstüyle gözlerinin altındaki minik çilleri ile anında dikkat çekiyordu. İnce kaşları sinirle ukalaca çatılmıştı ve bize sanki önemsiz bir ayrıntıymışız gibi bakıyordu. Emre ona büyülenmiş gibi bir süre baktı ve kenara çekildi. Bu arada da yaşlı teyze yanımdaki koltuğa oturmuş soluklanıyordu. Sonra bir ara Emre’ye dönüp “sağ ol evladım” dedi.
Kız ise Emre’ye döndü.
“Teşekkür ederim”öteki cevap verdi.
“ Önemli değil.”
Kız geri dönüp uzaklaşırken Emre de bana döndü ve konuşmaya devam etti. Başka bir gün olsa bende susmazdım ama o gece o kadar yorgundum ki, oturmaya bile halim yoktu. Babamla amcam nerede kalmışlardı acaba? Gerçekten de İstanbul’un trafiği o kadar yoğun muydu?
Belki de bu sorumu cevaplamak için çok da geç sayılmazdı. Cebimde bir titreşim hissettim ilk önce, sonra da telefon zilim duyuldu. Sıradan Nokia telefonlarının cıngılıydı çalan. Benim telefonum da öyle sıradandı işte, öyle ki bir hafıza kartı girişi bile yoktu ve ondan gerçekten çok sıkılmıştım diyebilirim.
Her neyse, bir anlık bir panikle elimi cebime attım. Ekranda amcam yazıyordu. Sonunda gelmişlerdi, ancak ben o anda saatin kaç olduğundan bile bihaberdim, öyle ki ne kadar geç kaldıklarını bilebilecek durumda değildim.
“Alo?” ses amcamındı.
“Dışarıdayız Ufuk, hadi gel.”
“Tamam.”
İşte aptal telefonumla yaptığım görüşme bundan ibaretti. Emre Deniz’e döndüm.
“Gelmişler, hadi görüşürüz.” Bir taraftan da ayağa kalkmış, çantamı koluma asıyordum. Emre Deniz peşimden geldi.
“Dur, bekle! Fahri Amca’ya bi merhaba diyeyim.” Bu Fahri Amca, babam oluyordu.
“İyi, tamam. Ama gelen babam değil, amcam.” Dedim ve havaalanın dışına çıktık.  Tam kapının önünde, siyah renkli Honda CIVIC markalı araba bizi bekliyordu. Arabanın bana bakan penceresi yavaş yavaş açılırken ablamın bilindik ukala suratı da ortaya çıkıyordu. Ama bu kez ablamda bir değişiklik vardı. Bu yazın başında girdiği üniversiteyi kazandım havaları saçlarına ve gözlerine bayağı bayağı yansımıştı. Bu kez saçları her zamankinin aksine kahverengi değil,  simsiyahtı. Benim saçlarım gibiydiler aynı.  Ayrıca saçlarından tuhaf, pembe mor mavi renklerde gölgeler de çıkıyordu. Onu tanımak bu kez gerçekten çok zordu. Acaba babam bu saç boyama ve yeşil renkli lens takma olayına ne demişti? Neden sonra aklıma ablama bir oyun oynamak geldi. Ablamın arabanın açılan penceresinden dışarıya çıkan başına baktım ve onu tanımıyormuş gibi davranmaya başlamıştı.  Ablama sanki o anda bana yol soran bir turistmiş gibi davranacaktım.
“ Pardon? Bi şey mi oldu?” ablama uzaylı görmüş gibi bakıyordum.
“Ufuk, salak mısın? Arabaya binsene!”  sonra da arkamdaki elemana döndü. “Ha, sana da merhaba Emre!” ablamı işletmek hiç de kolay değildi,  öyle ki içimdeki o bir anlık heyecan sönüp gitmişti.  Ben de başlatmayı bile beceremediğim bu oyuna bir son verip arabaya bindim. Amcam, arabanın dışında bana el sallayan Emre’ye döndü. Ablamı işleteceğim derken arabayı süren kişiye dikkat etmemiştim. Beni almaya gelen amcamdı, tabi ya siyah Honda onundu. Gerçi şaşırmamıştım, çünkü onun geldiğini biliyordum.
“Emre, atla! Seni de bırakalım!” dedi amcam. Ablamın penceresini açtığı cama doğru kafasını uzatıyordu.
“Eee, şey geleyim mi gerçekten?”
“Evet, hadi! Alt komşumuzsunuz zaten!” ablam söze karışmıştı. Bİ DAKİKA! Alt komşumuz? Emre? Nasıl ya?
Önce ablama, sonra kapıyı açıp ağzı kulaklarında arabaya binen Emre’ye, en son da suratını sadece arabanın dikiz aynasından görebildiğim amcama baktım.
“O nasıl oluyor? Alt komşu? Bi dakika, biri bana bi açıklama yapabilir mi?”
“Evet, doğru duydun! Sevgi Teyze’lerin üstündeki daireye taşındık! Nasıl ama? Annem önce komşuluk gelir dedi.” Amcam gaza basıp havaalanından uzaklaşırken ablam da oturduğu yerden emniyet kemeri el verdiğince arkasını dönüyordu. Önce Emre’ye döndüm suratımda şaşkın, sol tarafı yukarıya doğru seyiren bir ifadeyle. Sonra tekrar ablama döndüm. Acaba yeni hayatım nasıl olacaktı? Açıkçası hiçbir fikrim yoktu…
Bu arada, ablamın artık bizde kalmadığını, arkadaşlarıyla ayrı eve yerleştiğini, Sevgi Teyze’nin(bu kadın, Emre’nin annesi oluyordu) kocasıyla yeniden görüşmeye çalıştığını, ama bir türlü cevap alamadığını ve İstanbul’un trafiğinin de ne kadar berbat olabileceğini öğrenmiştim.
Ama daha öğrenmem gereken çok şey vardı.
Bu arada Emre bana okullar açılıncaya kadar geçen sürede hem mahallesindeki, hem de eski okulundaki arkadaşlarını tanıştırdı. Ve tabi ki, yanımdan neredeyse hiç ayrılmadı. Kafamın nasıl davul gibi olduğunu varın bir de siz düşünün. Zira bu limon kafalı çocuk neredeyse hiç susmadı. Hatta yemek yerken bile! Hatta bir ara yemek boğazında kaldı, çok korktuk ama sonra yine hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti. Meğer ne çok anlatılacak şey varmış da ben bilmiyormuşum.
Önce bana mahallesindeki bir çeteyi tanıttı. Çete deyince korktum başta ama aslında çok iyiler.  Şahin ve çetesi, ona göre mahalledeki en delikanlı çocuklardan oluşuyormuş. Aslında temiz yüzlü çocuklar, ama işsiz güçsüz insanlar topluluğu gibi duruyorlar. Tabi aslında işsiz güçsüz falan değillerdi. Mahallenin çıkışındaki Yaşlı Adamın Yeri isimli bir lokantanın evlere servis işini yapıyorlardı. Ve bir de Şahin’in hurdalıkta bulup tamir ettiği bir kamyoneti vardı. Eğlenceli tipler aslında. Şahin, sağ kolu Alptekin, ne işe yaradığını anlayamadığım İsmail adında iri yarı bir yağ tulumu, aslında adı Kerim olsa da herkesin Duman diye çağırdığı bir yeni yetme ve aslında çetenin bir üyesi olmadığı halde her yerde onlarla dolaşan bir kız vardı. En fazla 13 yaşındaydı. Sonradan öğrendiğime göre adı Elif olan bu kızın herhangi bir ailesi de yoktu. Lokantanın sahibi olan Sadık Bey, onu 2-3 yaşlarındayken bir yangından kurtarmış ve onu ölen torunu Elif’e benzettiği için adını Elif koyup himayesine almıştı. Yıllarca kızın ailesini arasa da bulamamış, sonra da Elif Sadık Bey’in ailesine resmi olarak dahil edilmişti.
Sonra bir de o lokantada garsonluk yapan bir adam vardı. Ancak Emre Deniz’in dediğine göre bu adam çevrede bulaşılmaması gereken iki adamdan biriymiş. Adı Fevzi olan bu adam, sıradan garson görünüşünün altında büyük bir canavar taşıyormuş. Öyle ki tek eliyle büyük bir buzdolabını kaldırıp tek seferde üç-dört metre uzağa fırlatabiliyormuş. Yani, ben aslında inanmadım başta ama sonra Fevzi Güneş denilen bu adamı gerçekten de bir büfeyi kaldırıp atarken gördüğümüzde gözlerime inanamadım. Gerçekten çok güçlüydü. Sanırım neden bulaşmamam gerektiğini anlayabiliyorum, çünkü bu adam Emre’nin dediğine göre çok çabuk sinirleniyordu.
Çevrede bulaşılmaması gereken bir diğer adam da Emir Sota’ydı. İlk bakışta sıradan bir muhbir gibi görünse de, pek çok pis işe bulaştığı biliniyordu. Ama sanki Emre Deniz ve Şahin bu adam hakkında çok daha fazla şey biliyorlardı. Ancak bana bu adamdan bahsettikleri zaman onların ağzından daha fazla bir laf alamadım. Ama şimdilik, bana bu bilgiler de yetecekti…
Bu arada Emre bana şehirde dönen dedikodulardan da bahsetti. İnternette ve şehir içinde faaliyet gösteren anonim grup Çenebazlar ve iki yıldır şehirde korku salan bir efsane, başsız sürücü, dönen yegâne iki dedikoduydu. Çoğu insan bu iki saçma şehir efsanesine inanmayı reddediyordu ancak ben o Fevzi denen aşırı hormonlu anormal insanı gördükten sonra başsız bir motosiklet sürücüsünün bile olabileceğini düşünüyordum. Zira okulların açılışına son iki gün kala Emre Deniz bana bu efsaneyi gösterme fırsatı bulmuştu.  Ve işte tam da o sırada Emre Deniz at gibi kişnercesine gürültü çıkaran motosiklet sesini duyup beni ana yola çıkarıyordu. “İşte, bak! Bu o!” oldukça heyecanlı görünüyordu. Tam o sırada önümüzden geçen motosikletliye baktım.  Simsiyah, her yerini kapatan ve oldukça dar, deri kumaşlı bir kıyafeti vardı. Kafasında kocaman, sarılı siyahlı bir kask ve oldukça ürkütücü simsiyah bir motosikleti vardı. Sonra dikkat edince bu sürücünün bir kadına benzediğini de fark ettim. Kafasız ha? Acaba o kaskın altında ne vardı? Bilmiyor, ve çok merak ediyordum. Ve işte tam da bugün, daha önce hiç hissetmediğim kadar değişik bir duyguyu hissetmiştim. Ancak korku verse de, bu duyguyu sevecektim...
Hedef 2.) Çenebazlar       
Önceki gece… İnternette…
Meselbar oturum açtı.
Meselbar: herkese iyi geceler!!!
Bencengaverim oturum açtı.
Bencengaverim: sana da iyi geceler!!!
Bencengaverim: aslında yarın İstanbul’a geliyorum…
Meselbar: ooo süper lan! Yarın gelirim karşılamaya.
Meselbar: zaten sana bir sürprizim var!
Bencengaverim: ney?
Meselbar: söyleyemem!
Bencengaverim: Niyeee???
Meselbar: sürpriz çünkü.
Bencengaverim: iiii tmmm…
Karakedi oturum açtı.
Karakedi: hey, millet!
Meselbar: N’oldu?
Karakedi: duydunuz mu?
Bencengaverim: neyi?
Karakedi: Çenebazlar… Yeniden faaliyete geçmişler diye duydum.
Bencengaverim: ne yapmışlar ki?
Karakedi: Henüz bir bilgi yok. Fakat bu sabah forumlarda ve ekşi sözlükte yazılanlara bakarsanız, grup üyelerinin bu anonim örgütün kurucusunu aradıklarını öğrenebilirsiniz. Ekşi’nin yalancısıyım tabi, doğru olmayabilir de… :D
Bencengaverim: ne?
Meselbar: geçen seneki Renk Çeteleri’nin savaşlarından sonra, bir olay daha çıkmasa bari…
Karakedi: bilmem…
Pinklady oturum açtı...
Bencengaverim: renk çeteleri de ne?
Meselbar: onlar…
Pinklady: Ben…
Meselbar: Hey, selam!
Pinklady: Ben..
Karakedi: Hiç uğraşma!!!
Meselbar: Niye?
Karakedi: Çünkü hiç cevap vermez! :D ama boşver! Banlanacağı günü bekliyoruz. Chatbox’a sürekli spam mesajları atıp hiç kimseyle konuşmuyor. Onu boşver!
“Hey! Ufuk! Arkada kalıyorsun! Koş biraz!” dedi sarışın, kısa boylu ve geveze bir çocuk. Bir taraftan da arada bir arkasına bakarak koşuyordu. Siyah saçlı, sıradan başka bir çocuk da onu takip ediyordu. Bazen birbirilerine çarparak, bazen de birbirilerini geride bırakarak koşuyorlardı cadde boyunca… Geçtikleri yerlerdeki hiçbir insana dikkat etmiyorlardı. Ama bir kız, onlar koşarken oluşan bu hava dalgasından etkilenmişti sanki…
Sıradan bir kızdı. Ama yaşadığı hayat onu yeterince bunaltıyordu. Ölmek ya da bu dünyadan kaybolmak istiyordu. Görünmez olmak istiyordu. Çünkü bu hayatın onu bunalttığı kadar kimseyi bunaltmadığını düşünüyordu. Belki de haklıydı. Ya da…
Birden, omzunda bir el hissetti! Başının döndüğünü hissediyor, midesi bulanıyordu. Korkuyla arkasını döndü… Ela gözlü, açık kahverengi saçları olan, 18-19 yaşlarında bir gençti bu.
“Reyhan Soylu?” dedi. Tatlı, sakin bir sesi vardı. Genç kız, kendi adını bu adamın ağzından duyunca bir an heyecanlandı.
“Mert Yılmaz? İmkânsız! O… Siz olamazsınız değil mi? ” dedi genç kız.
“Evet, benim.” Gülümsemesi de tatlıydı, ancak genç kız ondan her ne kadar hoşlanmış olsa da içinde bir tereddüt vardı. Ve belki de… Haklıydı!
“Benimle gel!” dedi genç, kızın elini tutup kendine çekti. Kız, korkmaya başlamıştı. Önce çevresindeki insanlara baktı. Bu kalabalığın içinde tanıdığı hiç kimse yoktu! Ancak belki de… Onu tanıyan birileri vardı!
Kalabalığın içinde yüzü yarı yarıya bir şapkayla kapatılmış bir adam cebinden telefonunu çıkarıp konuşmaya başladı.
“Evet, patron. Kız tarife uyuyor. Zokayı yuttu salak.” Dedi adam sessizce, kalabalığın içinden çıkıp uzaklaşan ikiliye bakarak göz ucuyla. Sonra da telefonu kapayıp cebine geri koydu. Patron sevinmiş olmalıydı.
Genç adam, kızı tuttuğu gibi ara sokaklardan birine doğru götürdü. Etrafta, sokak lambalarının ışığında uçuşan gece kelebeklerinden başka bir canlılık belirtisi yoktu.
“Bekle biraz.” Dedi genç adam, kızın elini bırakarak. Ve sokağın çıkışında gözden kayboldu. Kız ise arkasından bakakaldı. İçinde büyük bir korku ve endişe vardı. Sanki biri ona bir oyun oynuyor gibiydi! Sokak lambalarının ışığında uçuşan kelebeklere baktı. Bir an, onlar gibi olmak istediğini düşündü. Kaybolup gitmek istiyordu…
Bir an, sokağın öbür ucunda bir araba sesi duyuldu. Kız, ona yaklaşan cipi fark edip kenara çekildi. Ama cip, kızın önünden geçip gitmektense onun önünde durmayı yeğleyecekti. Cip, yavaş yavaş dururken, biri (içeriden) sürücü koltuğunun yanındaki kapıyı açtı. Bu kişi, az önce kendini Mert Yılmaz diye tanıtan adamdı. Kız, genç adamı görünce içinde bir an oluşan tereddüttü bir kenara bıraktı. Belki de iyi bir adamdı… Bir anlık bir umutla gülümsemeye çalıştı. Genç adam, kıza baktı.
“Beklediğin için teşekkür ederim.” Dedi. Gerçekten çok tatlı gülümsüyordu. Genç adam, arabadan inip bagaja doğru gitti. Kız da onu takip etti.
“Bu araba senin mi?” diye sordu Reyhan.
“Hayır, değil. Bi arkadaşımın.” Mert, kıza baktı ve bagajı açtı. Reyhan, iki adım geri çekildi. Korkmaya başlamıştı. Bagajda bağdaş kurup oturmuş onun gibi bir çocuk daha vardı.
“See-lam!” dedi çocuk yüksek bir sesle. Sırıtıyordu. Kız da ona selam verdi ürkek bir şekilde. Sonra kız, Mert’in bileğini hafifçe kavradığını hissetti. Mert, kızın bir iki adım gerisine geçerken onu da ileriye doğru bir iki adım ilerlettirdi. Bagajda duran çocuk, kıza baktı. Pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Mert, dikildiği yerden devam etti.
Bizi gözetleyen biri var mı?
“Hayır, tek bir gölge bile yok!” diye cevapladı çocuk.
“İyi o halde.” Dedi ve çocuğa göz kırptı. Çocuk ise kıza döndü.
“Üzgünüm.” Dedi. “seni kandırdığımız için!” diye de devam etti. Sonra bir an içinde oturduğu yerden fırlayıp kızı omzundan yakaladığı gibi bagajın içine çekti. Kız çığlık atmaya çalışsa da, Mert’in tuttuğu bileğini sıkıp sırtına bastırmasına karşı hiçbir şey yapamayacaktı. Sonra, bagajda bekleyen diğer çocuğun elindeki mendille ağzını kapadığını hissetti. Ve belki de bu mendil, bir sür e için hissettiği tek şey olacaktı…
Bunlar olurken de, sürücü koltuğunda sigarasını yakmış, keyif çatan ayı kılıklı adam arkadan gelen çığlık ve debelenme seslerini dinliyordu. Sonra sıkılıp ağzındaki sigarayı pencereden dışarıya attı. Bu arada bagaj kapısı kapanmış, Mert de ön koltuğa geri oturmuştu. Diğer adam da gaza bastı ve sokak boyunca uzaklaştılar... 
Tabi içlerinden herhangi biri gözetlendiklerinden haberdar değildi. Sokağın diğer ucundaki iki komşu apartmanın arasında gizlenen adam saklandığı yerden çıktı.
“Hayır, biri vardı.” sesini çevrede duyan olmamıştı, ancak o an için başka birinin duyması falan da gerekmiyordu…
Sonra cep telefonunu çıkardı cebinden sakince. Birini arıyordu. Bir süre sonra telefonun çağrısına cevap geldi.
“Buradan sonrası sana kalıyor, Anna!” dedi adam ve devam etti. Sonra da telefonda az önce kızın kaçırıldığı cipi tarif etti ve plakasını verdi. Bu arada suratında şeytani bir sırıtma belirdi. Sokak lambalarının titrek ışığında yarı yarıya aydınlanan kızıl kahve gözleri, suratının önüne düşen siyah saçları ile gölgeleniyordu. Hoş biriydi aslında, ama belki de şehirdeki en belalı adamdı o…
İnlerin ve cinlerin top atmasından başka bir canlılık belirtisi göstermeyen araba park yerinde büyük bir cipin motor sesleri duyuldu. Sonra da o arabanın farları göz alıcı bir şekilde bütün otoparkı doldurdu. Az önceki cip, gürültüyle otoparkın ortasındaki boşlukta durdu. Sonra da kapılar ve bagaj açıldı. Mert ve az önceki çocuk dışarıya çıktılar.
“Eee? İyi de hiç kimse yok ki burada?” çocuk, etrafına bakındı, ancak çevrede kimse yok gibi görünüyordu.
“Boş versene, gelirler birazdan.” Dedi Mert ve cebindeki çakmağı çıkarıp sigarasını yaktı. Çocuk da aynısını yaptı.
“Bu boktan hayatımızda, biraz olsun sakin bir an…” dedi çocuk. “bırak da tadını çıkaralım.” Diye de devam etti. Bu arada arabayı süren ayı kılıklı adam da dışarıya çıkmıştı. Sonra, üçü birden sözleşmişler gibi sigaralarını ağızlarına götürüp derin birer nefes çektiler. O sırada ayı kılıklı adam, otoparkın girişinde bir gölge fark etti. Gölgenin sahibi ise henüz ortalıkta görünmüyordu. Ayı kılıklı, çocuğun omzuna vurdu ve girişteki vücutsuz gölgeyi gösterdi. Gölge, git gide büyüyordu. Büyüdükçe de duvarları sanki büyük, siyah bir örtüyle kapatıyordu.
“!’^.+%&/() BU DA NE BE?” Ayı kılıklı korkuyordu, ama korktuğunu belli etmemek için havaya küfür savuruyordu. Sonra bir motosiklet gürültüsü duyuldu. İşte, bu korkunç gölgenin sahibi oydu. Büyük, siyah bir motosiklet ve baştan aşağı siyah giyinmiş, sarı-siyah kasklı bir kadındı. 
“Ooo bacım, senin ne işin var burada?” dedi çocuk. Sonra da bagajda duran demir sopayı aldı eline. Kadından herhangi bir ses gelmiyordu. Çocuk konuşmaya devam etti.
“Sen bizi adamdan saymıyon galiba???” diye devam etti çocuk, bu arada elindeki sopayı sallıyordu. Sallamaz olaydı. Çünkü o, daha motorun yanına yaklaşamadan kadın motosikletin ön tekerini havaya kaldırıp çocuğun suratına ön tekeri yapıştırdı. Çocuk, arkasındaki duvara yapışıp kaldı. Bu arada tekerlek bir iki kez daha dönüp yere geri döndü. Çocuğun suratı ise dev tekerlek izlerine ve kana bulanmıştı. Sırt üstü yere yığıldı…
Kadının bir sonraki hedefi Mert’ti. Genç adam, kendini savunmak istercesine elindeki bıçağı kadının boynuna doğru sallamaya başlasa da kadın ani bir hareketle motosikletten inip çocuğun yakasından tuttuğu gibi duvara yapıştırdı.
Gerisini anlatamayacağım, ancak ayı kılıklı adam bütün bu korku filmi sahnesini izlemiş ve olduğu yere çivilenip kalmıştı. Kadın, elinde bir çöp poşetiymiş gibi tuttuğu adamı sağ taraftaki duvarın dibine yığılıp kalan çocuğun üstüne fırlattı… Sanki o kadın, o anda Azrail’in uşaklığını yapıyordu. Korkutucuydu gerçekten…
Kadın sakince kaskını çıkarttı. Olay, ayı kılıklının gözlerinde hayat buldu. Elindeki bıçağı son bir umutla kadının üstüne doğru salladı. Bir taraftan da düştüğü yerden kalkamadan geri geri gidiyor ve “Yaklaşma! Yaklaşma!” diye bağırıyordu. Zira kadının kafasının yerinde yeller esiyordu. Tam bir ucubeydi. Adam, bıçağı tekrar kadının üstüne doğru salladı.
“Geber!!! “!’^.+%&/!” adam, elindeki bıçağı kadının göğsüne doğru tekrar salladı. Bir taraftan da ağzına gelen küfürleri ardı ardına diziyordu. Ancak kadın, bu yağ tulumunun kendisine herhangi bir zarar vermesine izin vermeyecekti. Elinden çıkan dumanlar, bir anda şekil değiştirip dev gibi bir kamaya dönüştü. Bu arada ayı kılıklı adam bıçağı oraya buraya sallamaya devam ediyordu. Fakat bir süre sonra o büyük kamayı karnının içindeki bir noktada hissetti. Kadın, kamayı adamın karnından içeriye doğru ittirdikçe kama uzuyordu. Kadın, son bir hamleyle kamayı iyice içeriye doğru ittirdi ve sonunda kama adamın sırtından bol miktar kanla birlikte dışarıya çıktı. Adamın, gözleri kararıyor, tuhaf tuhaf sanrılar görüyordu. Sonunda tekrar yere düştü. Belki de artık nefes almıyordu. Kadın da kamayı yeniden dumana dönüştürdü. Burada bir işi kalmamıştı artık. Yerdeki kaskını tekrar taktı. Ve geride bıraktığı üç cesede tekrar bakmaya bile tenezzül bile etmeden otoparkı terk etti…
Yakında bu cinayetler, bir başsız sürücü klasiği haline gelecekti, ancak o, o anda bundan haberdar değildi…
Devam Edecek…


Not: Günlük konuşma dilinden kaynaklanan bazı hataları olduğu gibi diyaloglara geçirdim. Karakterler bizim içimizden insanlardı sonuçta ve sokağa çıktığınız zaman genelde kimse dil bilgisi kurallarına dikkat etmez. Lütfen, çocuk kaçıran serserilerin bir televizyon spikeri gibi hatasız konuşmayacağını unutmayalım. ^^'' 

0 yorum:

10 Şubat 2012 Cuma

Türk bilim adamından, bilgisayarı bin kat hızlandıracak çalışma

Doktora ve yardımcı doçentlik çalışmalarını Hollanda'daki Eindhoven Teknoloji Üniversitesi'nde sürdüren Türk bilim adamı Mehmet Ali Dündar, bilgisayarlarda günümüz daha hızlı ve kayıpsız veri aktarımını sağlayan bir çalışma yaptı.



Adana'nın kenar semtlerinde asgari ücretli bir babanın 7'nci çocuğu olarak dünyaya gelen Mehmet Ali Dündar, yüzde 100 burslu okuduğu Koç Üniversitesi'nden Fizik Mühendisi olarak mezun oldu. Daha sonra, doktorasını yapmak üzere gittiği Hollanda'da bilgisayar teknolojisini geliştiren çalışmalarda yer aldı. Şoför babası Ahmet ve ev kadını annesini Nevin Dündar'ı ziyarete gelen Mehmet Ali Dündar, yaptıkları çalışmalarda bilgisayarlarda günümüz teknolojisinden daha hızlı ve kayıpsız veri aktarımının mümkün kılındığını söyledi. Doktora ve yardımcı doçentlik çalışmalarını Eindhoven Teknoloji Üniversitesi'nde sürdüren Dündar, 'Optofluidic and photothermal control of InGaAsP photonic crystal nanocavities' adlı çalışmasıyla ışığın mikronlarına kadar inip, enerjiyi hapsetmeyi başardığını belirtti. Dündar, kristalize edilen ışınlar sayesinde bilgisayarlarda günümüz teknolojisinden daha hızlı ve kayıpsız veri aktarımı mümkün kılan buluşa imza attığını vurguladı. Buluşunun bütün elektronik araçlarda kullanılabileceğini belirten Mehmet Ali Dündar şunları anlattı: "Transformatörler nasıl yüzyılın buluşu olarak tarihe geçtiyse, bizim çalışmalarımız sonucu ortaya çıkan teknoloji de öyle olacak. Bu sayede, saç kılının binde biri kadar hacimli bir alana, milyonlarca cigabayt bilgiyi depolamak, aktarmak mümkün olacak. Hiçbir kayba uğramadan aynı anda, ışık, ses ve enerji gibi verileri binlerce kat daha hızlı aktarma imkanı sağlanacak, maliyet de düşecek."

Yardımcı doçentlik unvanını Eindhoven Teknoloji Üniversitesi Senatosu’ndan törenle alan Dündar, buluşun tamamlanması halinde bilgisayarlar başta olmak üzere bir çok teknolojik ürünün onlarca kat daha hızlı çalışıp, hacimlerinin de küçüleceğini anlattı.
http://www.hurriyetegitim.com/haberler/20.12.2011/turk-bilim-adamindan-bilgisayari-bin-kat-hizlandira.aspx

0 yorum:

9 Şubat 2012 Perşembe

Prof.Dr.Halil İnalcık’tan tesbitler


Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık, günümüzde yaşanan asker sivil tartışmalarına ilişkin çarpıcı tespitlerde bulundu.

İnalcık, Osmanlı’da sultanların tahta oturmasını tayin eden en güçlü faktörün Yeniçeri ordusu olduğunu belirterek, “TSK, yeniçeri geleneğini bugün de sürdürmek istiyor” dedi. Dünyaca ünlü tarihçi İnalcık, BUGÜN’e özel açıklamalar yaptı. Tarihi perspektiften asker sivil ilişkilerini değerlendiren İnalcık, dünyanın ilk düzenli ordusunun Yeniçeriler olduğunu kaydetti. Yeniçeri ordusunun Osmanlı’da sultanı tayineden en kuvvetli amillerden biri olduğuna dikkat çeken İnalcık, “Sultanların tahta oturmasını tayin eden en kuvvetli faktörlerden birisi yeniçeri ordusunun yanına almaktır. II. Selim karşısında rakip şehzadeler Ahmet ve Korkut’u yeniçerileri yanına alarak yenmiştir” dedi.



Artık sivil otorite esastır
Tarihte askerlerin önayak olduğu önemli süreçlere işaret eden İnalcık şöyle konuştu: “Bakınız 2. meşrutiyeti kim yaptı? Ordu yaptı. Kanuni Esasi’yi kim getirdi? Ordu getirtti. Anadolu’da Kuvayi Milliye teşkilatını kim kurdu? Yunanlıları kim döktü denize? Bütün bunları yapan ordunun subaylarıdır. Ordu bu amilden kopamıyor. Artık demokratik bir devletiz. Sivil idare, otorite esastır. Fakat bütün tarihinde öyle bir gelenek olduğu için bunu bugün yapamıyor.”


Tartışmaların kaynağı o
Türk tarihinde ordunun önemli olduğunu ifade eden İnalcık, “Fakat bugün Türk Milleti milli idareye dayanan bir devlet sistemine sahiptir. Askeri kuvvete değil. Kırılgan nokta budur. Ergenekon sürecinde orduyla olan bu çekişmeler, albayı veririz vermeyiz tartışmaları bütün bu geleneğin devamıdır. Ama Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden beri biz çok şey başardık” dedi.


Yeniçerilere Fatih dersi
Yeniçeri ordusunun Osmanlı Padişahları’na karşı ayaklanmalarının nasıl bertaraf edildiğine ilişkin tespitlerde bulunan İnalcık, Fatih döneminde yaşanan bir olayı örnek verdi: “Tahta çıktığı zaman ilk Karaman seferini yapan Fatih, sefer dönüşünde Yeniçeriler’in kılıçlarının arasından geçti. Bağırdılar ‘Bizim cülüs bahşişini vereceksin’ diye. Fatih sesini çıkarmadı. Sonra İstanbul’a gelir gelmez bu işe ön ayak olan Yeniçeri ağasını ve hepsini bertaraf etti. Yeniçeri ordusuna saraydaki sekban bölüklerine ilave etti. Yeniçeri ordusunun bünyesini tamamen değiştirdi. Kendi iradesine tabi bir alet haline getirdi. Fatih büyük adamdı.”


Bürokrasiyi Çandarlılar kurdu ama…
İnalcık, bürokrasiyi Çandarlı Halil ve Oğulları tarafından kurultuğunu belirterek, “Bizans’a karşı diplomasiyi yürüten Çandarlı Halil ve oğullarıdır. Çandarlı ailesi babadan oğlu veziriazam olarak Fatih’e kadar gitti. Fatih, İstanbul fatihi olarak otoritesini başkasıyla paylaşmak istemedi. Fatih onun otoritesini çekemediği için fethin hemen ertesi günü onu idam etti ve kendisi mutlak iktidarı aldı.” dedi.


AB’ye karşı ‘Doğu’ açılımı doğru
Ünlü tarihçi Halil İnalcık, AB üyesi bazı devletlerin Türkiye’ye önerdiği ‘imtiyazlı ortaklık’ teklifine de karşı çıktı. İmtiyazlı ortaklığın bir kandırmaca olduğunu belirten İnalcık şunları söyledi: “Kapitülasyon rejiminin devamını istiyorlar. Avrupa bizi kapitülasyon sistemiyle asırlarca sömürdü. Bu müzakereler sonunda belki de kabul etmeyiz diyor. Söz de vermiyor. Önümüzde Kıbrıs ve Yunan’ın vetosu var. Hükümet uyandı şimdi diplomasini doğuya yönlendiriyor. Doğu’da bir kuvvet şekilde denge kuruyor. Çok güzel ve doğru bir politika. Eşit olarak müzakere yapacaksınız, dizçökerek yalvararak bir şey alamazsınız.” AB’nin Yunan politikalarının esiri olduğunu ifade eden İnalcık, şöyle konuştu:


Doğru diploması…
“AB’nin bütün politikasını Yunan idare ediyor. Bakın Kıbrıs’ı aldık. Buna itiraz edenler var. Yunan’ın oyununa geldik Kıbrıs’ı almayacaktık diye. Ama Yunan Kıbrıs’ı soktu oraya ki AB, Kıbrıs meselesinin arkasında olsun. Papa açıkça ilan etti Türkler’i aramıza almayız. Merkel, Sarkozy aynı şeyi söylüyor.” Osmanlı’nın azınlık politikasının bugüne uygulanmasına ihtiyaç olmadığını belirten Prof. Halil İnalcık şunları söyledi: Demokratik bir rejimde bu kendiliğinden olur. Yani azınlıkların haklarını garanti alan maddeler anayasada vardır. Eğer yoksa da anayasaya konmalı. Osmanlı’nın Anayasasını taklit etmek manasızdır ama dış politikada evet. Mesela Osmanlı’da yakın doğuda bu türlü katliamlar olmuyordu. Onu canlandırarak Arap dünyasını yanımıza almak Batı’nın Yunan’ın baskısını dengelemek bakımından çok önemlidir. Son zamanlarda çok doğru bir diplomasi yürütülüyor. Bunu yapan da Boğaziçi mezunu Davutoğlu’dur.”


Fatih Sultan Mehmet 7 dil bilmiyordu
Osmanlı hakkında doğru bilinen yanlışlara da değinen Halil İnalcık, “Osmanlı’nın kudretini kuran Hıristiyanlar’dır” tespitinin yalan olduğubelirterek “Bir Amerikalı çıktı bu imparatorluğu kuran istila etmiş Rumlar’dır diye bir teori ortaya attı. Kendisi de bir misyonerin oğludur” dedi. Fatih’in 7 dil bildiği yönündeki iddiayı da yalanlayan Halil İnalcık, sözlerini şöyle sürdürdü: “Her şey yalan bizim tarihte. Onun Hocası Molla Hüsrev’dir. İlk tahsilini din ve din dilleri üzerinde yani Farsça ve Arapça’da yapmıştır. Sarayda birçok Sırp içoğlanları vardı. Sırpça ve Rumca’yı da anlayacak kadar öğrenmiş olabilir ama onun yanında felsefe okurdu, Yunanca’yı bilirdi yalan. Ama onun ötesinde tarihi bir filolog gibi dillere hakim falan değildi.”


Serbest ÖZDEN- BUGÜN GAZETESİ

0 yorum: